27 Eylül 2017 Çarşamba

İçimden geldiği gibi...

....midemi bulandırıyor bu koca şehir, kaçmak istiyorum.!
(Zülfü Livaneli, Kardeşimin Hikayesi, Doğan Kitap)

   Başım ağrıyor, hem de çok. Bitip tükenmeyen bir ağrı ve içimde koskocaman bir boşluk... yaşadığım herşeyi yutan kapkara bir boşluk.. anlat desen anlatamam.. hayatı izliyorum sadece ve bana düşen rolleri senaryo gereği yerine getiriyorum..nefes almaya çalışıyorum çoğu zaman.. Aldığım nefes yetmiyor bazen, boğuluyor gibi oluyorum ve daha çok nefes almaya çalışıyorum...
   Göğsümde tonlarca ağırlığında içi boş bir şey var anlam veremediğim, beni her gün içine, daha çok içine çeken birşey..
Şu koskoca şehir boğuyor beni, insanlar boğuyor, yaşamak boğuyor. Gecenin sabaha kavuşması ya da günün  akşama ermesi devam ediyor. Yani herşeye rağmen hayat devam ediyor... Ve ben sadece izliyorum...

   Bir filmi izler gibi izliyorum seni hayat, ya da cam kenarındaki yolcu gibi... Müdahil olamıyorum sana, olmak da istemiyorum belki.

Sait Faik'in dediği gibi işte: " Ne kadar kaçmak ve kurtulmak arzusu ile dolu isem, o kadar da bağlanmak, kalmak, bağdaş kurup oturmak istiyorum..."

    Ben diyeyim: "Başım kalabalık ve karışık" sen de ne istersen onu de... İçinden geldiği gibi işte, içimden geldiği gibi...
  



20 Şubat 2017 Pazartesi

Belki de...




   Kalabalıklardan arınıp, kendimize dönsek geçer miydi yalnızlık? Ve huzur gelir miydi onun yerine? Huzursuzluk denen "haris" yönümüzden kaçıp; hiç bilemediğimiz, keşfedemediğimiz yönlerimize gitse idik meselâ...
Saçma kalıplardan sıyrılıp, hayâlin sonsuz özgürlüğüne dalsak...Kimseyi ikna etmeye uğraşmadan, kimseye kendini anlatmaksızın, içimizden geldiği gibi yaşasaydık... Hafızamızda güzel anılar kalsaydı sadece, yanımızda güzel kitaplar; ve bir de, bizi biz olduğumuz için seven insanlar olsaydı...
Güneş gibi evrensel olabilseydik. Dil, din, ırk, fikir ayırmadan herkesi kucaklayabilseydik... Mevlânâ'ya kulak verip :" Tevazû ve alçakgönüllükte toprak gibi ol." hitabını duyabilseydik. Kar taneleri kadar değişken, yağmur gibi merhametli olabilseydik...
Ya da Peyami Safa'nın :" Ah, insanlar niçin her şeyi anlamıyorlar? Beş dakika on dakika yarım saat kendilerini unutsalar, kendilerini karşılarındakinin yerine koysalar, tam onun gibi-fakat hiç eksiksiz ve tam- onun gibi duysalar, her şey ne kadar yerli yerinde olacak. Hayır! İlla ki zıddiyetler, öfkeler, yanlış anlaşılmalar, inatlar, şüpheler, hakim olmak arzuları…"diye anlatmaya çalıştığı empatiyi öğrenebilseydik, geçer miydi?
   Çocukluğumuzdaki gibi mutlu ve hep umutlu; çocukluğumuz kadar ânı yaşayabilseydik... Kindar olmasaydık meselâ, dünyada sadece iyi insanların olduğuna inanabilseydik..Ya da tek derdimiz, ders zilinin hemen çalacağı ve oyunumuzun hep yarım kalacağı olsaydı...

   "Huzur denilen o şeyin, her santimine ihtiyacım var bu aralar... Bana biraz "Bahar" gerekiyor, çok üşüdüm..." Diyor ya Maksim Gorki, huzura ihtiyacımız var insanlık olarak...
Çok üşüdük, Bahar gelsin artık. Gelsin ki, iliklerimize kadar ısıtsın bizi. Isıtsın tüm insanlığı ve tüm insanlığımızı. Olur ya, belki ısınırsa kalbimiz, huzura doğru yelken açarız her birimiz, belki...
   Ya da belki, sadece bir trene binsek, ve bir kitap okusak geçerdi hepsi...Belki...